Kimse kimseye hayatın amacının ne olduğunu söyleyemez. Bu, isanın bulması gereken bir cevaptır.

“Yaşamak için bir ‘neden’i olan kişi, hemen her ‘nasıl’a dayanabilir.”

Nietzsche

Hayatta cevabını merak ettiğimiz en temel sorulardan biri “Yaşamın anlamı nedir?” sorusudur. Yaşadığımız sıkıntılar, kalıcı olarak elde edemediğimiz rahat, mutluluk, huzur… Çoğumuz için hayat bitmeyen kısır bir döngü. Bir süre mutluluk, huzur, refah, başarının ardından sıkıntı, zorluk, başarısızlıklar geliyor. Eski dilde söylenirse hayat bir “kabz ve bast” dengesi arasında gidip geliyor.

Bazı düşünürler mutlu, müreffeh dönemlerimiz kadar buhranlı zamanlarımızın da yeni atılımlar için fırsat olduğu kanaatindedir. Hem Doğu’nun hem Batı’nın bilgeleri insanın refahtan çok sıkıntı dönemlerinde hayatına anlam kattığını ileri sürüyor. Bu sebeple sıkıntılı veya sebepsiz mutsuzluk yaşadığımız dönemleri de hayatımız üzerine odaklanma fırsatları şeklinde görebiliriz. Bu elbette ciddi bir disiplin gerektirir. Çoğu zaman yaşanılan ağır hastalık, kriz, baskılar kişileri zoraki düşünmeye sevk eder.

Yazımızın başlığına dönecek olursak, bunun dünyada son elli yılda en çok satan kitaplardan birinin, Dr. Frank’ın aynı isimle dilimize çevrilen kitabından esinlendiği görülebilir. Çoksatar olmayı sonuna kadar hak eden bu kitap üzerinden hayatın anlamı hakkında zihinlerimizi “karıştırmayı” deneyebiliriz.

Logoterapi’ nin uzun yıllardır iddia ettiği teori, sayısız araştırmada onaylanmaya devam ediyor; insanın en temel ihtiyaçlarından biri “hayatına anlam yüklemek” tir. Buna göre hayatında bir anlam bulan, yaşamının anlamını bir şeylere bağlayabilen kimselerin madde bağımlılığı, intihar, alkol, şiddet gibi sorunlara bulaşma olasılığı düşmektedir. İster birini sevmek, kendini tanrıya, bir ulusa adamak olsun; ister çocuklarına, işine, sanatına bağlanmak olsun, insanın hayatını dolduran bir anlam, onu ruhsal anlamda sağlıklı kılabiliyor.

Dr. Frankl ve Allport gibi alanın en seçkin uzmanları, hayatın anlamsız sürdürülmesinin doğuracağı sorunları sıralarken bu ihtiyaca hazır cevaplar verilemeyeceğini de açık yüreklilikle söylerler. “Kimse kimseye hayatın amacının ne olduğunu söyleyemez. Bu, insanın bulması gereken bir cevaptır.” Evet, insanın yaşadığı toplumun çocuğu olduğu tezinden hareketle çoğumuzun taklit, öğrenme veya dikte edilmiş öğretiler üzerinden hayatımıza anlam yüklediğimiz bir gerçektir. Bunlar sorgulanmış anlamlar değildir. Ancak yine de kişiyi, ağır krizler yaşamadığı sürece hayata bağlayabilir. Hayatını çocukları, ailesi, milleti, devleti veya dinine adaması gerektiği bilinciyle yetiştirilen bir kimse için yaşadığı veya yaşayacağı acılar anlamlı hâle gelebilir. Amacı para kazanmak olan kimse için de gece gündüz çalışmak hayatın yegâne anlamıdır. Bu uğurda her sıkıntıya katlanmaya hazırdır. Para kazanmak saplantı hâline gelmişse ailesiyle ilgilenmek bile ona anlamsız gelmeye başlar. Akademik basamakları çıkıp mutlu olmayı amaçlamak, işine sarılıp müdür ya da patron olmayı hayatının anlamı olarak belirlemek, bir sanat ya da spor dalında başarı yakalayarak hayatını anlamlandırmak da seçenekler arasındadır. Herkese doğru gelmeyebilir ama bunların mantıksız veya anlamsız olduğunu kim söyleyebilir?

Hayatın anlamı kişiden kişiye değişir. Bu, meşhur bir ustaya sorulan “Satrançta en iyi hamle nedir?” sorusuna verilen cevaba benzer. Ustaya göre satrançta en iyi hamle yoktur. İyi hamle oyuna, oyuncuya, pozisyona göre değişir. Hayatına anlam arayan kimseye de tablet çözüm üretilemez. Ancak bir din, ideoloji veya ülküye sıkıca bağlı kimseler için hayatın anlamı sabittir. Dolayısıyla da genellikle kesin inançlı olurlar ve başkalarının hayatlarını anlamsız ve yaşanmaya değmez görürler. Onlara göre sadece kendi din, ideoloji ve değerlerine bağlı kimseler yaşanmaya değer bir hayata sahiptir. Oysa herkesin hayatı yaşama tarzı farklıdır. Bizim açımızdan odaklanılması gereken nokta “Hayatın anlamı nedir?” sorusundan ziyade insanlara hayatlarına anlam yükleme konusunda yardımcı olabilmektir. Frankl’ ın deyimiyle ressam yaptığı resimle gördüğü şeyi yeniden yorumlayıp bize sunar. Ancak bir göz doktoru gözlerimizi tedavi ederek gerçeği kendi gözlerimizle sağlıklı şekilde görmemizi sağlar. İyi bir anne baba, öğretmen, dost veya yaşam koçunun görevi muhataplarının gözlerini tedavi etmektir! Onlar hayatın anlamının ne olması gerektiğini dayatmak yerine bunun nasıl belirleneceğini öğretir.

Başarı, mutluluk, şöhret, zenginlik… çoğu zaman insanların peşinde koştuğu “amaçlar” dır. Hayatını anlamlı kılacağını düşünen kimse bunları hedeflerse bu kınanamaz. Bunu değerlendirmek kişinin kendisine kalmıştır. Fakat Dr. Frankl bu tür amaçların “gerçekleşmez” olduğu kanaatindedir, “Başarıyı amaçlamayın. Bunu ne kadar amaç hâline getirip bir hedefe dönüştürürseniz, kaçırma olasılığınız da o kadar artar. Çünkü mutluluk gibi başarının da peşinden koşamazsınız; kendisi oraya çıkmalı, kendisi oluşmalı (…)”. Açıktır ki başarı ve mutluluk için hiçbir şey yapmamamız önerilmiyor. Fakat bunları hayatımızın gâyesi ve anlamı hâline getirirsek onlara ulaşmamız zorlaşır. Bunun yerine bizi mutlu edecek ve başarıya götürecek yolları aramalıyız. Yoksa hiçbir zaman istediğimiz başarıya ve mutluluğa ulaşamayız. Çünkü başarı, zenginlik, şöhret ve mutluluk gibi soyut şeylerin insanı tatmin sınırı yoktur. Bunlar, hep daha fazlasını istemekle kalmaz, sorumluluk bilinci gelişmemiş kimselerde yozlaştırıcı etkiler de yapar.

Anlam arayışımız hayatın somut gerçeklerine odaklanmalıdır. Elbette bu, din, ideoloji veya ölüm sonrası hayata inançla desteklenebilir. Burada belirtmek istediğimiz bunların saplantı hâline gelip bizi birer “bağımlıya” dönüştürme riskidir. Çağımız ne kadar sekülerleşirse sekülerleşsin, insanların çoğu için hayatın anlamının ölümsüzlüğe kavuşmak veya tanrının sevgisine ulaşmak olduğu bir gerçektir. Ancak asıl sorun, gündelik yaşamın anlamlı hale nasıl getirileceğidir.

Hayatımıza anlam katmanın yollarından biri, bir eser yaratmak veya iş yapmaktır. Bir diğeri sevmektir. Sevgi ile bağlanmak hayata anlam katabilir. Yeter ki sağlıklı bir sevgi olsun. Son olarak, çekmek zorunda kaldığımız bir acıya katlanmak. Evet hayata anlam katan en önemli şeylerden biri de yapılan fedakarlıklar veya katlanılan acılardır. Nietzsche, “Acı çekmek sizi öldürmüyorsa güçlendirir.” diyor. Ancak bu dikkatli yürünmesi gereken tehlikeli bir yoldur. Acıdan güç devşirmek için ona yaklaşımımızı iyi belirlememiz gerekir. Aksi takdirde acı kimseyi güçlendirmez, değiştirmez bilakis ders çıkarılmayan acı bazen bizi yozlaştırır veya öldürür.

Tüm bunlar temelde aynı amaç için yapıldığında tek bir şeye hizmet ederler, insanın kendine yüklediği anlama.

Katlanmanız gereken bir hastalık, evlilik, iş hayatı düşünelim. Eğer kaçmak birtakım sorumluluklarımızı da bırakmaksa kaçamayız. Beraber kurduğunuz bir işte kriz döneminde ortağınızı bırakıp gitmek belki ekonomik anlamda “mantıklı” olabilir. Ancak bu sorumlulukları hiçe saymak değil midir? Özürlü çocuğunuzu terk etmek, kansere yakalandığınızda ölümü tercih etmek, hayatınızla ilgili karar alma durumlarında bunu hiçbir şey yapmaksızın zamana bırakmak bazen mantıklı görülebilir ama anlamlı olmaz. Bu çizgi bizim karakterimizi yansıtır.

Güzel bir cümle vardır; hayatta her “mantıklı” olan “anlamlı” değildir. İkisi de Latince “logos” kökünden gelir ancak farklı şeyler söyler. Acı kaçınılmazsa, sorumluluklar ve teknik şartlar acıyı dayatıyorsa ona bakışımızı değiştirmek gerekir. Nazi kamplarında bile ne en güçlü, kuvvetli olanlar ne de en sağlıklılar hayatta kalmıştı. Ancak hayatında yaşamak için yeterli anlamı olanlar kurtuldu. Hayatta anlam varsa “aynı hayatın kendisi gibi” acısında da tatlısında da vardır. Acı, ölüm ya da ayrılıklar hepsi hayatın bir parçasıdır. Bunlardan olanaklar ölçüsünde kaçınmak varlığımızı korur. Ne var ki bazen kaçış olanaksızdır. O zaman bakışımızı değiştirebiliriz. Kanseri yenenlerin de söylediği gibi, önce sağlam bir anlama ihtiyacımız var. Bir de acıya katlanma ve kaçış arasında gri alanlar var!

Hayatımız üzerine sorular sormak sonsuz bir uğraştır. Ancak eyleme geçmek için soruların yanıtlarını bekleyecek kadar uzun yaşamıyoruz. Yaşamın anlamını sorgulamanın yanında bir de hayatın bizi her an sorguladığını düşünüyor muyuz? Modern insanın bencilliğinin bir hâli de budur. “Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir.” diyor Dr. Frankl. Haksız mı? Hep hayattan beklentilerimizi konuşuruz. Peki, hayat bizden ne bekliyor?

Kendisi hayatı sorgularken hayatın veya doğanın ona yüklediği sorumluluğu görmezden gelmek ne kadar doğrudur? Anlam arayışımız, haz isteğimiz ve özgürlük tutkumuz kadar önemli bir şeyin de “sorumluluk” olduğu unutulmamalıdır. Bunları dengede tutmak ideal insanın başarısıdır.

Varlığımızla Dünyaya kattığımız anlamı da sorgulamamız gerekmez mi?

 

 

Nietzsche, acı çekmek sizi öldürmüyorsa güçlendirir! diyor. Acıdan güç devşirmek için ona yaklaşımımızı iyi belirlememiz gerekir. Aksi takdirde acı kimseyi güçlendirmez, değiştirmez.