Özgürlük, modern toplumların en temel tutkularından birisidir. Hem ulusal hem de bireysel söylemde bağımsızlığa ve özgürlüğe vurgu yapmaktan hoşlanılır. Peki, insan özünde ne kadar özgür ve bağımsız olabilir? Toplumsal bir varlık olarak aklımız bizi ne ölçüde belirler? Özgürlükçü ve sorgulayıcı toplumlar bunu nasıl başardı?

Sosyoloji ve psikoloji bilimlerinin kurulduğu günden beri temel sorunlarından birisi bireyin toplumla ilişkileridir. “Kararlarını kendisi alan sorgulayıcı ve özgür bir birey” teorisi yaratmak isteyen iki önemli insan biliminde de bu teoriler uzun soluklu olamamıştır. Aydınlanma düşüncesinin en mümeyyiz fikirlerinden birisi olan “mutlak özgürlük” ideali aradan geçen zamanda ne yaratılabilmiş ne de ispat edilebilmiştir. Nihayetinde en modern, akılcı ve özgür toplumlarda bile bireylerin kararlarını alırken toplumdan, ideolojilerden, dinden ve medyadan etkilendikleri görülüyor. Yine, insanın genetik özelliklerinin ve aklıyla belirleyemediği içgüdüleri ve insiyakların bireyin hayatı boyunca kararlarında belirleyiciliği ortadadır. Çıkan sonuç şudur; insan mutlak manâda özgür ve aklını kullanabilen bir varlık değildir. O halde insandaki en üst düzey potansiyelin ortaya çıkarılması amaçlanmalıdır.

İlk dönem marjinal hümanistleri saymazsak büyük çoğunluk özgürlükçüler de insanın mutlak akılla hareket edebilecek bir varlık olmadığını kabul etmişlerdir. Ontolojik manâda insan, akıllı olduğu kadar içgüdüleri olan duygusal ve yönlendirilmeye açık bir varlıktır. Her bireyin de hayatı sorgulayarak yaşayacak zekaya, güce, eğitime ve çevreye sahip olmadığı görülüyor. Dolayısıyla sorgulayıcılığın genel bir insani özellik olması kolay karşılaşılır bir durum olmamaktadır.

Geleneksel yaşam tarzının hüküm sürdüğü toplumlarda düşünmek ve akıl yürütmek ancak liderlerin, aile reislerinin, elit din adamlarının veya seçkin askerlerin tekelindeydi. Toplumun çoğundan beklenen; yüzlerce yıldır süregelen örf, adet, gelenek, inançlara sıkı sıkıya bağlanmak ve bu değerlerin koruyucusu babaya, din adamına, yöneticiye itaat etmekti. Ortak değerlere karşı çıkan veya itaat edilmesi gereken kimselere itaat etmeyenler de düzeni bozdukları ve töreyi çiğnedikleri için çeşitli şekillerde cezalandırılırdı. Bu düzen, Doğu’da Batı’da binlerce yıl bu şekilde sürdürüldü. Ancak her coğrafyada bazı düşünürlerin, din adamlarının veya savaşçıların “eski” toplumsal düzene isyan ederek yeni düzenler kurdukları da olmuştur. Özgürlükler açısından acı olan şudur; hemen her yeni düzen, din, toplum başlarda daha özgürlükçü ve sorgulayıcıyken zamanla yıktıkları eski düzene benzemiştir. Bir yerde sosyopolitik nizam sağlandığında sorgulamanın ve eleştirmenin yıkıcı olacağı görüşü öne çıkıyor. Bu da aklın susturulması ve geleneğin kutsanması anlamına gelir. Batılı toplumların uzun süredir sorgulayıcılıklarından ve özgürlüklerden vazgeçmeden yollarına devam etmeleri tarihsel konumlarını güçlendirmektedir. Çoğu toplumda bu mücadele dönemseldir.

Batı’da karanlık Orta Çağ, ancak bir avuç sorgulayıcı bireyin en temel değerleri bile sorgulamasıyla başladı. Yıllar içerisinde buna prim veren prensler, beyler ve krallar bu az sayıdaki aydını koruyarak akıl çağının başlamasında belirleyici oldular. Sorgulayıcı ve yaratıcı akılların korunması, aynı zamanda politik ve ekonomik anlamda sıkışan Avrupa toplumlarının farklı çareler bulmak için yapmaları kaçınılmaz bir hamleydi. Aydınlanma düşüncesi bu şartlar altında gelişti. İslam coğrafyasında da ilk dönemler akılcılık ve sorgulayıcılık değer görmüştü. 9., 10. ve 11. asırlarda ortaya konan mimari, felsefi, askeri ve ekonomik eserler akılcılığın hangi seviyelere ulaştığını gösterir.  Ancak içeride Şii baskısı, dışarıda Haçlılar ve Moğol saldırıları sebebiyle hızla askerileşen/ otoriterleşen İslam toplumları özgür düşünceye alan bırakmamıştır. 11. ve 12. yüzyıl İslam toplumlarının akılcılığı ve serbest düşünceyi bırakıp devletçilik, tarikatçılık ve itaat kültürünü yücelttikleri bir süreçtir. Bu dönem, liderleri kutsayan eski Fars kültürünün politik ve dini hayatı felç ettiği bir dönemdir. Maalesef bundan sonraki asırlarda yaşadığımız coğrafyada serbest düşünce, akılcılık ve sorgulamaya müsamaha sınırlandırılmış ve hoş görülmemiştir. Yüz elli yıllık modernleşme hareketleri de akılcılığı yeşertememiştir.

Bireyin sorgulayıcılığı önemli bir “toplumsal değer” olarak ancak 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıktı. İlk dönemlerde dini, siyasi, fiziki ve coğrafi temelleri sorgulayan bireyler giyotinlerde ölüme mahkûm edilse de zamanla akıl yürütme birçok alanda gelişmenin anahtarı oldu. Fransız İhtilali sonrası akıl kutsanmaya başlansa da yaşanan sosyoekonomik buhranlar ile 1. ve 2. Dünya Savaşları aklın gücünü ve sınırsız sorgulayıcılığını yeniden eleştiri konusu yaptı. Böylece akıl konusundaki Orta Çağ yasakçılığı ve Aydınlanma düşünürlerinin aklı kutsama yanlışından daha sağlıklı bir orta yola girilmiş oldu. Bugün, Batı’da umumiyetle bilimi ve aklı kutsayan anlayış yoktur. Ancak aklın hakkını veren bireyin ve sorgulayıcı zekânın kıymetinin çok değerli olduğu Batı’da her renk, dil, din, cinsiyet, ideoloji ve milletten insan kabul görmeye devam ediyor. Çünkü özgür ve müreffeh toplumun sorgulayan bireylerle yaşayacağını ve gelişeceğini öğrenmiş durumdalar.

Sorgulayıcı ve özgürlükçü toplumlar günümüzde hemen her alanda gelişmeye daha açıktır. Bunun sebep mi sonuç mu olduğu sorulabilir. Bu toplumlar tarihsel süreçte önce sorgulayıcılık ve aklın hakkını vermiştir. Bilimsel, ticari, ekonomik ve kültürel gelişim; uygun zemini buldukça zaten ilerleme kaydeder. Gelişmiş toplumlar eski problemleri, teorileri ve ilkeleri sorguladıklarında ilerlemenin formülünü buldu. Dahası, buralarda sorgulayıcılık ve özgürlük umumi bir prensip haline geldi. Bu yapılırken toplumda gündelik yaşamın zeminini oluşturan ve toplumu toplum yapan ortak örf, adet ve gelenekler toptancı mantıkla alaşağı edilmedi. Zira bu yapılmış olsaydı yeni toplumu yaratacak zemin de kalmayacaktı.

Dünya toplumlarının bir kısmında özgürlükçü ve sorgulayıcı kültürün gelişememesinin sebeplerinden biri, sorgulamaya ortak değerlerden başlanmasıdır. Oysa sorgulamaya teknik, ekonomik ve bilimsel meselelerin öncülük etmesi gerekir. Zamanla toplumsal değerlerin değişmesi kaçınılmazdır. Değerlerden başlayan ve sıklıkla ideolojikleşen sorgulayıcılık da kolayca dışlanmaktadır. Maalesef bizde sorgulayıcı, akılcı, halk tabiriyle cins kafalar; kısa sürede toplumun değerleriyle kavga ederek popüler olurken bu özelliklerini teknik ve kültürel alanlarda sergileyememektedirler. Sürekli toplumun inanç ve geleneklerini eleştiren belki de bunu başarılı şekilde yapan bir jeofizikçi, tıpçı, kimyacı ve tarihçi aydınımızın kendi alanında küresel ölçekte yayınlarının olmaması veya bir aşamadan sonra kesilmesi şaşırtıcı olmamaktadır. Üzülerek görmekteyiz ki sorgulayıcı cins beyinler bunu popüler alanlara kaçarak heba etmektedir. Burada kötü olan toplumsal değerlerin sorgulanıp sorgulanmaması değil seçkin niteliklere sahip aydınlarımızın ve sanatçılarımızın kolay yolu seçerek yeteneklerini verimsiz kullanmalarıdır.

Sorgulayıcı ve özgür toplum yaratmak zaman ve emek ister. Hiçbir toplum bu pâyeye kolayca ulaşmamıştır. Birçok insan; geleneklerin, modanın, inançların, korkuların, heveslerin veya tembelliğin pençesi altındadır. Bu insanları sorgulayıcı kılmak, onları konfor alanından çıkararak rahatsız etmektir. Bu yüzdendir ki Doğu’nun yakın tarihlerde yetiştirdiği önemli sosyologlardan biri, her gittiği yerde konuşmasına; “sizi rahatsız etmeye geldim!” diyerek başlardı.