Bireysel yargılama gücünü ve bireysel
sorumluluklarını topluma-devlete-dini kurumlara bırakan birey ilkelliğe mahkûmdur!

Keşfedilmemiş Benlik: C. G. Jung İle “Benlik” Üzerine

Modern insanın tarihteki bilinen en hızlı teknik ve kültürel değişim sürecini yaşadığı bir gerçektir. Belki de tarihteki bütün teknik gelişimden daha fazlasının 1950’lerden sonra yaşandığı iddiası da bu açıdan abartılı bulunmaz. Elbette Sanayi Devrimi ve Fransız İhtilali sonrasındaki sosyo-politik ve ekonomik gelişmeler bireyin problemlerini de değiştirmiştir. Bunlar da tarihte bilinmeyen yeni bilim dallarını ortaya çıkartmıştır. Psikoloji bunlardan birisidir.

Jung, analitik psikolojinin kurucularındandır. Alanının genel eğilimlerine uygun şekilde bireyin kendi ayakları üzerine durabilen bir varlık olmasını önemsemektedir. Ruhsal açıdan sağlıklı bireyin öncelikle kendisini sorgulayabilen, kendi kararlarını alabilen ve aldığı kararların sorumluluklarını taşıyabilen kimseler olması gerektiğini vurgulamaktadır. Ancak tarihsel manada aile, gelenek, din, feodal beyler gibi şekillendirici bağlardan “kurtulan” belki de “mahrum olan” bireyin modern zamanlarda da özgürlüğüne kavuşamadığı çok sayıda entelektüelin kabulüdür. Böyle bir  “mutlak bağımsızlığın” yaratacağı sorunları göz ardı etmeyen uzmanlar nihayetinde bireyin bunu da aşarak gerçek bir bireye/vatandaşa dönüşmesini önemser. Ne var ki modern zamanlarda moda, reklam, video trendler ve pop starlar gibi çok sayıda yeni kültürlenme aracı bireyin kararlarını belirlemeye başlamıştır. Özetle bireyin kendi haline kalması hala zor görülüyor.

İnsanın en şaşılası yönlerinden biri, Dünya’da her kritik kararı alıp teknik gelişmeyi başarırken kendisi üzerine düşünme ve karar alma konusunda yetersiz kalmasıdır. Biyolojik açıdan diğer canlılardan farkımız başarılı şekilde ortaya konulurken düşünebilen, konuşabilen ve bilinçli insanın kendini tanımak için hiçbir standardı yoktur. Jung’a göre “İnsan kendisi için bir muammadır!” Bunun temel sebebi bizi farklı kılan ruhsal yönümüzdür. Atom zerrelerinden gezegenlere her şeyi didik didik eden, hayat konforunu yükseltmek için türlü aletler icat eden insan varlığının esasını teşkil eden ruhunu inceleme konusunda hala çekingen davranmaktadır. Kendisini evrenin efendisi gören insan benliğini keşfetmeyi başaramamaktadır.

Benliğin Keşfinin Zorlukları

Jung insanın tanınmasında en önemli aşamanın geçmişten gelen kalıp yargılar ve mitolojik bilgilerden kurtulmak olduğunu iddia eder. Nasıl ki modern astronomi ve coğrafya Kopernik Devrimi ile eski bilgileri yıkıma uğratıp eşsiz gelişmelerin önünü açtıysa, ruhsal araştırmalarda da böyle bir açılıma ihtiyaç vardır. Böylece benliğe ilişkin birbirine karışmış doğru-yanlış-çarpıtılmış bilgiler bir tarafa bırakılarak her şeyin yeniden sorgulanarak kurulması lazım. Ancak bu bazı sebeplerle zordur.

Öncelikle modern bilimin benlik konusunu subjektif alana itmesi ve bunu bilimin çalışma alanı dışında kabul etmesi psikolojinin uzun yıllar başını ağrıtmıştır. Descartes ve Kant bu düalist anlayışın fikir babalarıydı. Nihayetinde bilinçdışı ve parapsikoloji çalışmaları üvey evlat konumundan kurtulmak için çok emek harcamıştır. Ruhun-psişenin ampirik tekniklerle incelenmesi ve istatistik diliyle açıklanması yapıları gereği zordur.

Benliğin keşfiyle ilgili ikinci sorun, insanın kendisine ilişkin düşünmeyi bazen küçümsemesi bazen de zihinsel konformizmle bunu sorgulamayı ertelemesidir. İnsanın gözüyle sürekli gördüğünü tanıyorum vehmine kapılması gibi kendi benliğini de tanıyor kabul etmesi anlaşılır bir durumdur. Ancak bir şeyi sürekli görmek veya ona sahip olmak tanımak için yeterli değildir. Bu açıdan bizi biz yapan ruhumuzu tanıyor olmak için de esaslı çalışmalara ihtiyaç vardır. Bir üçüncü engel de ruhsal incelemelerden duyulan korkudur. Araştırmaların kolayca saptırılabileceği ve araştırmacılara amaçlanmayan etkilerde bulunabileceği gibi varsayımlar ürkütücüdür. Jung bu konuda Freud’un da çekinceleri olduğunu aktarmıştır.

Son olarak, bilimin rasyonel araştırma alanı dışında gördüğü benlik dinlerin de yasaklı alanıdır. Bireyin iradesini geliştirmesi ve benliğini güçlendirmesi tanrı karşısında kibirlenme riski taşıyor diye hoş karşılanmaz. Oysa dinlerin amacı bireyin kurtuluşa ermesidir! Bireysel iradesi güçlü fertler yetiştirmeden güçlü toplumlar da kurulamaz. Ancak dinler kuruluş aşamasında önemsedikleri bireysel gelişimi kurumsallaşma aşamasında ihmal eder. Ferdin dini otoriteye itaatini isterler.

Benlik, Modernleştikçe Özgürleşir mi?

Günümüzde bireyin ruhsal özgürlüğü geçmişten daha çok tehdit altındadır. Reklam, moda, propaganda, popüler dini vaazlar, devletlerin yasaları… Birileri sürekli bize neyi yapıp neyi yapmamamızı söylemektedir. Öyle ki “yapmak zorundasın”, “etmek zorundasın”, “herkes böyle yaşıyor”, “böyle yaşamalısın” gibi telkinler günden güne bireyin kararlarında daha çok belirleyici olmaktadır. Bu da bireyin ruhsal gelişimini engellemektedir. Sorun illa da herkesten farklı olmak değildir. Jung’un vurgulamak istediği, bireyin topluma uyarken de ayrışırken de bunu bilinçli bir tercihle yapabilmesidir. Sağlıklı benlik bunu sıklıkla yapabilir.

Kendi ayakları üzerinde duramayan, ahlaki kararlarını sorgulayamayan bireyin ne kadar objektif, bilimsel ve genel geçer de olsa üzerinde düşünmeden kabul ettiği değerler ve kurallara uyması onu gerçekten ahlaklı yapmaz. Çünkü bunlar bu haliyle bireyin karakterini şekillendirmemektedir. Olan şey değerlerin bireyselliği öldürerek insanda yerleşmesidir. Maalesef bireyselleşemeyen fertlerden oluşan toplumların acımasız bencil fertlerin insafına kaldığı da çok görülmüştür. Otoriter siyasi, dini, etnik liderlerin, çoğu zaman da ortak değerleri kullanarak, bireyselleşemeyen fertler üzerinden kolayca elde ettikleri güç şaşırtıcıdır. Üstelik bunun örneklerini en modern toplumlardaki yeni dini hareketlerde de görürüz. Elbette Hitler’in ve Mussolini’nin Alman-İtalyan halklarını nasıl bir felakete sürükledikleri de her akıl sahibi için ders vericidir. Bireyleri acımasız,  menfaatçi bencil bireylerin insafına bırakmamak için sorgulayıcı kılmak gerekir.

Her şey, bireyin karakterini sağlam oluşturmasına bağlıdır. Sadece dışarıdan dayatılan ve takip edilen değerlerin bu sağlam karakteri yaratamayacağı açıktır. Yukarıdan sunulan değerler ne kadar evrensel ve güzel olursa olsun sorgulamadan benimsenirse bireyselliği öldürür. Bu değerler kullanılarak insanlar kötülüğe sevk edilebilir. İnsan evrensel, dini ve geleneksel değerlerin mantığını kavramadığında bunlar aracılığıyla suiistimale uğrayabilir. Hasan Sabbah küçük topluluğunda sıkı bir ahlakçıyken fedailerinin türlü rezilliklerle iş görmesi bunun bir örneğidir.

Benliğin keşfedilmesindeki engellerden birinin dinlerin bunu olumsuz karşılaması olduğunu belirtmiştik. Bireysel kurtuluşu hedefleyen dinlerin kurumsallaştıkça kitle psikolojisine sığınması manidardır. Öyle ki dini grupların en belirgin özelliklerinden birisi kendilerini Nuh’un Gemisi gibi görmeleridir. Yani kurtuluşa ermeyi bireysel gelişim ve yaşamdaki başarı yerine bir gruba bağlılıkta görmeleridir. Bu sebeple ahlaklı toplumun da ancak her ferdin inançlı bir topluma (bilinçaltında kendi toplumları) bağlanmasıyla mümkün olacağı fikrindedirler. Oysa benliğini keşfedemeyen bireyin yukarıdan dayatmalarla ahlaklı olması zordur. Bu tür bireylerin çoğunlukla hızlı sosyo-ekonomik değişim veya grup bağlılığı azaldığında ahlaken de değişmesinin sebebi karakterin oturmamasıdır. “Ahlaklıymış” gibi görünen birey toplum baskısından sıyrıldığında değişebilmektedir. Aslında dinler kuruluş aşamasında böyle bir ahlaki-imani tekâmülü vaat etse de zamanla bireyin yerini toplum alıyor. İlk başlarda bireyler toplumun günahlarından, uyuşukluğundan, düşüncesizliğinden kurtulması için mücadele ettiklerini söyleseler de bireyleri bir halkanın içerisine attıklarında onu başka bir uyuşuklukla yeni topluma bağlarlar. Neticede bireyin karakteri açısından çok şey fark etmez. Sadece direktif aldığı yer değişmiş olur.

Özetle,

Sorgulamak ve benliği keşfetmek insanın kendi çabasıyla mümkündür. Acı çekmeden ve emek harcamadan dışarıdan öğütlerle, baskıyla, yönlendirmeyle insanda ve elbette toplumda köklü değişim beklemek kolaycılıktır. Dolayısıyla insanların çoğu bir kilisenin ya da dini grubun üyesi olduklarında kendilerini daha ahlaklı ve dindar görme eğilimindedir. Aynı şekilde kişisel gelişimlerini de bu topluluklara havale ederler.

Sosyolojik anlamda bir toplumda otoritenin gücü ne kadar artarsa birey de o kadar değersizleşir ve çaresizleşir. Fertler sorgulama özelliklerini kaybederken otorite bunu sorgusuzca kullanmaya başlar. Zorbalık güçlenirken bireyin ruhsal ve fiziksel özgürlüğü köleliğe dönüşür. Bireylerin değersizleştiği bu yapılarda gücünü sürdürmek isteyen lider ve dar çevresi daha güçlü otoriteler karşısında temel değerlerine aykırı da olsa yeni kararlar alabilir. Böylece kuruluş ve gelişim aşamalarında sıkı ahlakçı olan yapıların bile otoriter yönetim tarzının, özgür düşünemeyen bireyler sebebiyle sapkın eğilimlere yöneldiği görülür. Jung’a göre eleştiriye kapalı böyle yapılarda çoğunluk bilmeden yapılan kötülüğe ortak olur. Baştan reddedilen yöntemler zamanla güç ve çıkar için kullanılır. Adalet, eşitlik ve özgürlük için çıkılan yolda zamanla bunları talep edecek makam bulamazsınız.

Keşfedilmeyen benlik başkalarının insafına terk edilmiş benliktir. Sorgulamayı bilmeyen, karakteri oturmamış, neyi, niçin, nasıl yapması veya yapmaması gerektiğini bilemeyen fertlerle ahlaken sağlam bir toplum inşa edilemez. İnsanın ilk görevlerinden biri kim olduğunu, neyi niçin yapması gerektiğini bilmektedir. Benliğini keşfedememiş ve geliştirememiş birey ilkelliğe mahkûmdur.