İlim, ilim bilmektir
İlim kendini bilmektir,
Sen kendini bilmezsen
Ya nice okumaktır.
Yunus Emre

Modern toplumların mottolarından biri okumaktır. Okumayı bilmeyen ilkeldir ve çağın dışında görülür! Okumak, hele de yazmak öncelerde ayrıcalık şimdilerde de bir zorunluluktur. Cahil olmadığınızı gösterir (!), kabul edilmiş bir diplomaya sahip olmak da modern hayata kabulün ön şartlarından biridir. Böylece okumak diploma ve modernleşmeyle eşitlenmiş olur. Ancak maalesef gündelik yaşam bu okumadan kendisine düşeni yeterince almışa benzemiyor.
Girişteki iddiamda sizce ileri mi gittim? Kısmen haklısınız. Ama kim bu iddianın tamamen yanlış olduğunu söyleyebilir ki? Okumak çağımızın bir gerekliliği! Artık yapay zekâ bile okuyor değil mi? İnsanın kendisini tanıması, geliştirmesi ve değiştirmesi okumasıyla orantılı olduğu için ne okunacağı, ne kadar okunacağı, nasıl okunacağı önemlidir. Diploma meselesi ise neyse ki kutsiyetini kaybetmeye başladı. Okuduğumuzu gerçekten anlayıp anlamadığımız ise diğer bir konu. Ücretini vererek aldığımız iyi bir kitabı birkaç günümüzü/haftamızı ayırarak okuduğumuzu düşünelim. Bu eseri okuyup bitirmek bize bir haz verebilir. Özellikle kalınca bir eseri, meşhur bir çalışmayı ya da değer verdiğimiz birinin tavsiye ettiği kitabı okumak bu hazzı daha da artırabilir. Ancak önemli soru şudur; bu kitap bize ne verdi, hayatımıza ne kattı? Bize kazandırdığı duygu ve düşünceler nelerdi?

Okumak ancak anlama ve yaşamayla bir değer ifade edebilir. Anlamadan okumak yine de haz verebilir ancak katkısı sınırlı olur. O halde okumak kadar anlamaya da odaklanmak gerektiği düşünülebilir. İlköğretim, lise, üniversite ve lisansüstü düzeylerinde onlarca öğrenciyle yıllarca ortak okuma yapma fırsatı bulan kimseler bu ülkenin en önemli sorunlarından birinin okumamanın yanında okuduğunu anlamama olduğunu bilir. Evet, okuyan öğrenci ve araştırmacılar gördüm; çok okuyanlarını gördüm hatta okuduğunu anında hafızaya kaydedenleri de nadiren de olsa gördüm. Fakat okuduğunu iyice anlayan, analiz yapabilen, bunu sözlü ve yazılı ifade edebilen çok çok az insan gördüm. Okuduklarını yaşayan insan da maalesef çok değil. Yakın zamanlarda 8-10 yaşlarındaki bir çocuğun daha bu yaşta yüzlerce kitabı okuyup çoğunu da hafızasına almasını günlerce gündemimizi meşgul etti.
İlk olarak okuma konusuna odaklanalım. Anlayarak okuma becerisi kazanma ciddi bir uğraşı gerektirir. Kelimelerin öğrenilmesi, sürekli yeni kelimelerin araştırılması, onların köklerinin tetkik edilmesi ve metni zihinde harmanlayarak ondan bir şeyler üretmek anlamı zenginleştirir. Cemil Meriç bunu şöyle anlatır, “Okumak zihni hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarında toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak.” Hakikatin kitaplarda hazır olduğunu ve sırtüstü yatarak okuduğumuz bir kitapla ona kolayca ulaşacağımızı düşünüyorsak yanılırız. Öncelikle zihni uyandırmalı ve hakikati kendi çabamızla bulmalıyız. Aksi takdirde her kitap bize farklı hakikatler fısıldar. Bunlar içerisinden tahlil yapıp
kendi hakikatimizi keşfetmek zorundayız. Zihnimiz başkalarının yazdıklarıyla dolu bir kütüphane değil bu yazılanlarla yeni fikirlerin, değerlerin harmanlandığı imalathane olmalıdır. İkinci odak noktamız okuduklarımızın yaşamımıza etkisidir. Okuryazarlarımızın sorunlarından biri okudukları yazdıkları eserlerin yaşamlarına pozitif etkilerinin sınırlı olmasıdır. Yüzlerce güzel öğüdü ve emri içerisinde barındıran din, felsefe, ahlak ve kişisel gelişim kitaplarının hayatlarımızdaki etkilerini görmekte zorlanırız. Bazen eserleri yazanların hayatları bile bizi şaşırtabilir. Liberal, sosyalist, çevreci vb. düşünce üzerine onlarca makale ve kitap yazıp yüzlerce konferans veren aydınların da aynı şekilde şahsi tavırlarında bambaşka davranışlar sergilediklerini görmek insana acı veriyor. O halde bunun sebebi nedir? Deneyimlerimize göre insanların çoğu okumaya araçsal olarak yaklaşıyor. Başka bir ifadeyle farkında olalım ya da olmayalım, onları ayaklarımızın altına alıp yükselmeyi hedefliyoruz. Onlar vasıtasıyla saygı görmek, kitle edinmek, cahilliğimizi gidermek, başkalarına verilecek cevaplarımızı hazırlamak, ekonomik fayda elde etmek, şöhret kazanmak gibi sayısız menfaati kovalıyoruz. Bunun sonucunda da şahsi ve toplumsal hayatımıza yansıması gereken yüzlerce güzel ahlaki tutum ve davranış eserlerde kalıyor. Okuduğumuz onlarca içli şiir, duygu seli yaratan roman, hayallerimizde yeni dünyalar kuran öyküler gündelik yaşamımıza giremiyor. Sonuçta okuduğunu ve yazdığını içselleştiremeyen toplumun çok okumasının bir anlamı da kalmıyor.

Bu noktada her okunan kitabın özümsenip davranışa ve fikirlere nüfuz etmesi gerektiğini söylemek istemiyoruz elbette. Ancak yazarların ve okurların önem verdikleri inanç, fikir, ideoloji doğrultusunda okudukları ve yazdıkları ilkeleri, hayatlarında da ilke edindiklerini bir düşünelim; bu durumda kişi hangi fikir hırsızlığını, yolsuzluğu, haksız kazancı, başkalarını öldürme hakkını kendinde görebilir? Kaç marjinal grup farklı inanç, fikir ve yaşam tarzı sahiplerini yok etmeyi savunabilir? Hangi fikir toplumu sokakları kirletip trafikte kavga çıkarıp insanlara saldırır, gürültü yaparak toplumu rahatsız eder? Her akıl sahibi adil olmayı, eşitliği, hoşgörüyü ve dünya malının geçiciliğini nasihat ederken koca coğrafyada miras kavgalısı olmayan aile veya ikinci kuşağa miras bırakılabilen ortak ticarethane bulmak neden her geçen gün zorlaşır?

Okullarda, mabetlerde, parti lokallerinde ve fikir ocaklarında iyi insan ve örnek toplum olmak payesi öğütlenirken yaşadığımız reel toplum çoğumuzu sıkıyor. Çünkü kitaplardan, nasihatlerden öğrendiğimiz, hayal ettiğimiz güzel ahlakı, davranışlarımıza dökmekte aynı derecede başarılı değiliz. Güzellikleri ve güzel ahlakı aynı fikirde olduğumuz kapalı toplumumuzda cömertçe sunup daha yakın aile çevremizde kaba ve anlayışsız bir insana dönüşenimiz az değil. Gerçek iyi ahlak her şartta ve her yerde standart ilkelere dayanmaz mı? Okuduklarımızı anlayıp hayatımıza mal edemediğimizde bu çifte karakter sorununu yaşamaya devam edeceğiz. Kibar, dindar, çevreci, yardımsever, eşitlikçi, emekçi kimselerin menfaatleri tehlikeye düştüğünde veya canları acıdığında bir anda bambaşka birine dönüşmesi çifte karakterin yansımalarıdır. Her şeyin simülasyon ve simulakrlara dönüştüğü postmodern gösteri toplumunda çoğumuzun sahte kimliklerle dolaştığı varsayılır. Sosyolog Goffman modernleşen ve yüzeyselleşen günlük yaşamımızda maskelerle dolaştığımızı öne sürmektedir. Ona göre maske takıp bir tiyatro oynayan modern insanın gerçek kimliğini, değerlerini ve yaşam tarzını belirlemek zordur; gerçek kimliğini kendini en rahat hissettiği aile ya da dost ortamında sergiler. Sahte kimliklerle yapılan evliliklerin, kurulan arkadaşlıkların ve ortaklık ilişkilerin hali malumunuz. Gösteri çağında anlam önemini kaybediyor. Okumanın, kendini geliştirmenin bu kadar yüceltildiği bir çağda insanın anlam arayışı derinleşiyor. Maalesef yüzeysel okumalar hayatımızı belki entelektüel açıdan zenginleştiriyor ama anlam dünyamızı zenginleştirmeye yetmiyor. Okuduğumuzdan çıkardığımız anlamın ölçüsü ise davranışlarımıza ne kadar yansıdığıdır…